Cehaletin Duvarına Çarpınca

Son zamanlarda şunu çok düşünüyorum:

Bazı insanlarla konuşmak niye bu kadar yorucu?

Hani daha cümlenin başında anlıyorsun, karşındaki duvar örmüş.

Sen ne desen, sesin yankılanıyor; geri dönüyor.

Ve o an o kadar tanıdık bir şey hissediyorsun ki…

“Buradan bir şey çıkmayacak.”


Kalıplaşmış düşünceyle konuşmak, gerçekten tuhaf bir deneyim.

Sanki biri yıllardır kendi küçük kutusunda yaşamış ve dışarıdaki dünyayı tehdit sanıyor.

Sen yeni bir bakış açısı getiriyorsun, o hemen gardını kaldırıyor.

Bir fikri paylaşıyorsun, yüzünde bir küçümseme.

Sanki senin anlattığın şey, onun bütün hayatını alt üst edecekmiş gibi korkuyor.


Bu noktada ister istemez Platon’un mağarası geliyor aklıma.

Hani gölgeleri gerçek sanan insanlar vardı ya…

Biri zincirini çözmeyi başarıyor, dışarı çıkıyor, güneşi görüyor.

Işık önce gözünü yakıyor.

Can acıtıyor.

Sonra yavaş yavaş o acının aslında “gerçeklik” olduğunu anlıyor.


Ve o dışarı çıkan biri dönüp mağaranın içindeki diğerlerine “gelin” diyor ya…

Onlar sadece gülüyor.

“Biz gölgelerle mutluyuz, sen ne diyorsun?”

İşte o sahne…

Bugünün dünyasında hâlâ yaşanıyor.


En acı kısmı da bu:

Bazı insanlar için kapı gerçekten açık.

İsterseler bir adım atıp o ışığı görebilirler.

Ama bakmak bile istemiyorlar.

Çünkü ışık daima önce sarsar.


Benim canımı yakan da şu oldu:

Bu duvar, sadece o kişinin kendisini hapsetmiyor; seni de içine çekmeye çalışıyor.

Yanlış bilgiyi doğru diye savunuyor, yeni fikri tehdit gibi görüyor, öğrenmek isteyene laf sokuyor.

Bir odanın havası bozulur ya bazen… işte tam öyle bir his.


Önce çok konuştum, anlattım, açıklamaya çalıştım.

“Belki fark eder,” dedim.

Etmedi.

Çünkü bazı insanlar gerçekten anlamak için değil, konuşanın enerjisini tüketmek için konuşuyor.

Sonra bir gün fark ettim:

Her defasında ben yoruluyorum.

Karşı taraf aynı kalıyor.


Ve o an bir şey değişti.

Susmanın yenilgi değil, sınır olduğunu anladım.

Tartışmamanın kaçmak olmadığını…

Hatta bazen en olgun davranışın “bu konuyu konuşmayacağım” demek olduğunu.


Ama en büyük dönüşüm şuydu:

Uzaklaşmanın aslında kendi ışığını korumak olduğunu fark ettim.

Çünkü cehalet bazen karanlık bir vakum gibi; içine çekiyor.

Bir süre sonra sen de sönebilirsin.


O yüzden artık şöyle bir yerden bakıyorum meseleye:

Cehaletle mücadele edilmez.

En azından her türlüsüyle değil.

Öğrenmeye niyeti olanı görürsün zaten; onunla konuşmak kolaydır.

Ama kendi gölgelerine aşık olanla…

Onunla konuşmak seni sadece mağaraya geri döndürür.


Bazen yapılacak en sağlıklı şey, o mağaranın kapısından sessizce çekip gitmek.

Kimseyi ışığa zorlayamazsın.

Ama kendi ışığını koruyabilirsin.


Ve belki de büyümenin en incelikli hali tam olarak budur:

Doğru bildiğin şeyi savunurken değil, artık kime anlatmayacağını öğrendiğinde.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aydınlat, Isıt Ama Işığından Parça Verme: Eksiltme, Büyüt.

Su Seni Kaldırır

Bu gerçekten güçlü bir metafor...